Özyeğin Üniversitesi, Çekmeköy Kampüsü Nişantepe Mahallesi Orman Sokak 34794 Çekmeköy İstanbul

Telefon : +90 (216) 564 90 00

Fax : +90 (216) 564 99 99

info@ozyegin.edu.tr

Mayıs 01, 2023 - Mayıs 31, 2023

Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Türkiye Sempozyumu ve Uluslararası Öğrenci Seminer Serisi I / No.13 İklim Eylemi

Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Türkiye Sempozyumu ve Uluslararası Öğrenci Seminer Serisi I / No.13 İklim Eylemi başlıklı Program
12 – 13 Nisan 2023 tarihlerinde çevrimiçi olarak gerçekleşmiştir.

Dokuz üniversitenin düzenleyici olduğu programda; 2 oturum başkanı, 9 moderatör, 7 takım çalıştırıcısı, 11 bilim kurulu üyesi, 11 sunum yapan akademisyen ve 18 sunum yapan öğrenci yer almıştır.

Programa 160’dan fazla kişi aktif katılım sağlamıştır.

Sunumlar sonrası Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinden 13 no’lu İklim Eylemi'ne özgülenmiş Programla ilgili ifade edilen genel değerlendirmeleri aşağıdaki biçimde paylaşabiliriz:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Prof. Dr. Özlem Yenerer Çakmut / Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Arş. Gör. Anıl Akyıldız / Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi

İklim Değişikliğinin Toplumsal Eşitlik Perspektifinden Kadın ve Çocuklara Etkisi

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından yoksullukla, eşitsizlikle ve adaletsizlikle mücadele için öngörülen ve 2030 yılı sonuna kadar gerçekleştirilmesi hedeflenen Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ndan biri de iklim eylemidir. İklim değişikliğinin önlenemez bir hal alması ile bu kavram yerini iklim krizi kavramına bırakmıştır. İklim eylemi de iklim krizi ve bu krizin olumsuz etkileriyle mücadele amacıyla oluşturulan bir eylem planıdır. İklim kriziyle mücadele herkes için sürdürülebilir bir dünya inşa etmek için elzem olmakla birlikte pek çok toplumsal sorunda olduğu gibi dezavantajlı grupların haklarının korunması, bu mücadelenin de önemli bir parçasını oluşturmaktadır.
UNICEF iklim krizini aynı zamanda bir çocuk hakları krizi olarak adlandırmaktadır. Zira iklim şoklarının yarattığı tehlikeler çocuklar için hak kayıplarına sebep olmaktadır. Çocukların yaşama, sağlıklı yaşama, beslenme, barınma ve eğitim gibi pek çok hakkı iklim krizinden doğrudan ve dolaylı olarak etkilenmektedir. İklime bağlı şokların eğitim hakkına doğrudan etkisine altyapı hasarları, materyal kaybı, stres ve vücut bütünlüğünde meydana gelen zararlar örnek olarak verilebilir. Dolaylı etki olarak ise şokların gıda güvenliği ve beslenme, geçim ve gelir kaynağı, hava kirliliği, su kalitesi ve mevcudiyeti, iklime duyarlı hastalıklar ve sağlık etkileri, enerji güvenliği ve yer değişikliği gösterilmektedir. Fizyolojik yapıları nedeniyle daha savunmasız konumda olan çocukların iklim kriziyle mücadele kabiliyetinin artırılması için eğitim haklarının öncelikle güvence altına alınması gerekir. İklim ve çevresel bozulmalar sonucu ömür boyu fırsat kayıplarına uğrayan çocuklar başta olmak üzere vatandaşların haklarının korunması için belirlenen iklim politikaları çerçevesinde hükümetler, siyasi iradelerini korumalı ve verdikleri sözleri tutmalıdırlar. Kamuoyunun da bu sözlerin tutulup tutulmadığını denetlemesi gerekir.
Bir çocuk hakları krizine yol açan iklim krizi, olumsuz etkilerini toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle olan bağlantısından dolayı kadınlar üzerinde de göstermektedir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve iklim krizi bağımsız görünmekle birlikte birbirini etkileyen iki kavramdır. İklim krizi cinsiyet bakımından nötr bir sorun değildir ve kadınların toplumda cinsiyetleri sebebiyle uğradıkları ayrımcılığı daha da arttırmaktadır. İklim krizi aşırı doğa olaylarına neden olduğundan en çok etkilediği ekonomik alan tarımdır. Dünyada özellikle tarıma dayalı toplumlarda ve Türkiye genelinde tarım sektöründe çalışan kadın sayısı erkek sayısından fazla olduğundan iklim krizinin tarım üzerindeki etkilerinin olumsuz sonuçlarıyla kadınlar daha fazla yüzleşmektedir. Bu durumu önlemek için özellikle tarımda yeşil ekonomi benimsenmeli ve bu alanda teknolojinin kullanımı konusunda kadınlara öncelik verilmeli; bu ekonominin yaygınlaşması için önemli olan teknoloji, finans ve mühendislik meslek gruplarında kadın istihdamı arttırılmalı; kadınların temel hakları bakımından ihlale ve eşitsizliğe uğramalarını önlemek için iklim eylemlerinde hak temelli yaklaşım benimsenerek karar mekanizmalarında cinsiyet eşitliği sağlanmalıdır.

Prof. Dr. Sibel Safi / Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi

1951 Cenevre Konvansiyonu Ve Bm İnsan Haklari Komitesi Kararlari Bağlaminda İklim Mültecileri

1951 Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Konvansiyonu’nun 1(A).maddesinde mülteci; “ırkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşü nedeniyle zulme uğrama korkusu yaşayan” uluslararası bir sınırı geçen kişi olarak tanımlanır. İklim mültecileri her ne kadar literatürde mülteci olarak anılsalar da bu kişiler 1951 Cenevre Konvansiyonu kapsamında mülteci sayılmazlar. Çünkü söz konusu olan bu kişiler Konvansiyon ’un talep ettiği şekilde şiddet veya zulüm nedeniyle ülkesinden kaçmamaktadırlar. Doğal olayların şiddet içermeyen doğası, yaşam hakları tehdit altında olan bu kişilere Konvansiyon kapsamında bir kaçış gerekçesi değildir. İleri dönemde, iklim olaylarının göçün birincil itici gücü olacağı öngörülmektedir ve alanda genişlemeye ihtiyaç duyulacağı muhakkaktır. Doğa olaylarının sığınma zemini olarak dahil edilmemesi mülteci hukuku alanında bir boşluğu göstermektedir. BM İnsan Hakları Komitesi, iklim değişikliğinin etkilerinden dolayı iltica talebi reddedilen bir bireyin şikayetine ilişkin ilk kararında, devletlerin yaşam hakkını ihlal eden iklim değişikliğinden/çevresel bozulmadan kaynaklanan koşullarla karşılaşan kişilerin sınır dışı edilemeyeceğini belirtmiştir. BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin denetim organı olan BM İnsan Hakları Komitesi’nin tarihi kararı, iklim değişikliğinin etkilerinden dolayı sığınma hakkı arayan kişilerin şikâyetine ilişkin bu alandaki sığınma taleplerine kapı açacaktır. Mülteci tanımının farklı unsurlarına ilişkin farklı mahkeme kararları, devletler arasında değişen mülteci tanıma kriterlerine yol açarken, sığınmacılar için durum belirsizlikler içermektedir.
Mahkeme kararlarından vardığımız sonuç; devlet dışı aktörler tarafından zulmün gerçekleştirilmesinde devletin önleme, önleyebilmek maksadıyla gerekli düzenlemeleri yapma veya buna istekli olması gerekliliğinin aranmasıdır. Devlet bu önlemlerin varlığını bazan caydırıcı yasalar veya kolluk kuvvetinin yerinde kullanılması şeklinde de gösterebilir. Başka bir deyişle devlet bizatihi zulmeden olmamalı, zulmeden değilse de devlet-dışı aktörlere karşı pozitif koruma yükümlülüğünü yerine getirmelidir.
Cenevre Konvansiyonu’nda sayılan beş kriterden birisi olan ‘belli bir sosyal gruba aidiyet’ kriteri en geniş kapsamı olan değerlendirme olup devlet korumasından yararlanamayan bir gruptan söz edilir ve iklim değişikliği sebebiyle sığınma arayan, ülkesini terk etmek zorunda kalan kişiler de yaşam hakkı tehdit altında olan ve korumadan bir şekilde yoksun kalmış kişilerdir. Grup kriterinde ‘ejusdem generis’ yani aynı türden tanımlamasından yararlanılır, çevre felaketleri sebebiyle sığınma arayan kişiler de aynı türden sebeplerden ülkelerini terk etmek zorunda olan sığınmacılardır. Cenevre Konvansiyonu şiddet/zulüm sebebiyle yoksunluk aradığından çevreye dayalı korumadan yoksun kalmak bu kapsamda değerlendirilmemektedir. Konvansiyondaki ‘haklı nedenlere dayalı korku’ ve ‘zulüm’ gibi belirleyici anahtar ifadeler mülteci kriterlerinin yorumlanmasında farklılıklar, durumlarında belirsizlikler ve mahkeme kararlarında da içtihat bozukluğu yaratabilmektedir. Aşırı geniş ‘bir sosyal gruba üyelik’ zemini de iyi tanımlanmamıştır.
Burada alanda dönüm noktası olacak BM İnsan Hakları Komitesinin kararına vurgu yapmak istiyorum. Ülkesinden ayrılıp Yeni Zelanda’ya sığınma başvurusunda bulunan Ioane Teitiota’nın başvurusu reddedilmiş, kendisine mülteci statüsü verilmemiş ve sınır dışı kararı verilmiştir. Başvurucu red kararına ilişkin davada, iklim değişikliği ve deniz seviyesindeki yükselmenin etkilerinin kendisini Kiribati Cumhuriyeti’ndeki Tarawa adasından Yeni Zelanda’ya göç etmeye zorladığını iddia etmiştir. İddiaya göre; Tarawa’daki durum, küresel ısınmanın neden olduğu deniz seviyesindeki yükselme nedeniyle giderek daha dengesiz ve istikrarsız hale gelmiştir. Tarawa’daki tuzlu su kirliliği ve aşırı nüfus yoğunluğu nedeniyle içme suyu yetersiz hale gelmiştir ve deniz seviyesinin yükselmesiyle mücadele girişimleri büyük ölçüde etkisiz kalmıştır. Tarawa’da arazinin erozyona uğraması sebebiyle toprak yaşanamaz hale gelmiştir, bu da üzerinde yaşanacak konut krizine ve çok sayıda ölüme neden olan arazi anlaşmazlıklarına neden olmuştur. Böylece Kiribati, başvurucu ve ailesi için dayanılmaz ve şiddetli tartışmaların olduğu bir ortam haline gelmiştir. Bütün bu sebeplerle başvurucu Yeni Zelanda’ya sığınma talebinde bulunmuş ancak Yeni Zelanda Göçmen ve Koruma mahkemesi sığınma başvurusuna olumsuz karar vermiştir.
BM İnsan Hakları Komitesi’nin Esasa İlişkin Değerlendirmesinde ‘Yaşam hakkı, kısıtlayıcı bir şekilde yorumlanırsa tam olarak anlaşılamaz ve bu hakkın korunması Taraf Devletlerin pozitif önlemler almasını gerektirir’ ifadesine yer verilmiştir. Komite, yaşam hakkının kısıtlayıcı ve dar bir şekilde yorumlanması durumunda tam olarak anlaşılamayacağını ve bu hakkın korunmasının Taraf Devletlerin pozitif önlemler almasını gerektirdiğini ifade etmiştir. Komite ayrıca, yaşam hakkının bireylerin onurlu bir yaşam sürmeyi ve doğal olmayan veya erken ölümlerine neden olacak eylem veya ihmallerden muaf olma hakkını da içerdiğini tespit ettiği 36 numaralı genel yorumunu hatırlatmıştır. Komite, ayrıca, Taraf Devletlerin yaşam hakkına saygı duyma ve bunu sağlama yükümlülüğünün, makul ölçüde öngörülebilir tehditlere ve yaşam kaybına neden olabilecek yaşamı tehdit eden durumlara kadar uzandığını ifade etmiştir. Komite ayrıca, çevresel bozulmanın, iklim değişikliğinin ve sürdürülemez kalkınmanın, şimdiki ve gelecek nesillerin yaşam hakkından yararlanma becerisine yönelik en acil ve ciddi tehditlerden bazılarını oluşturduğunun tespitini yapmıştır.
Komite, genel bir zulüm/şiddet durumunu, yalnızca bireyin varlığı nedeniyle gerçek bir zarar riskinin olduğu en uç durumlarda, Sözleşme’nin 6. veya 7. maddeleri uyarınca gerçek bir onarılamaz zarar riski oluşturmaya yeterli yoğunlukta ve/veya geri döndüğünde bu tür şiddete maruz kalan ve söz konusu kişinin savunmasız bir durumda olduğu durumlar olarak değerlendirmektedir.
Bu; hem ani başlangıçlı olayların hem de yavaş başlayan süreçlerin, bireylerin sınırları aşarak iklim değişikliğine bağlı zararlar sebebiyle sığınma arayabileceğine ilişkin dönüm noktası niteliği taşıyabilecek bir karardır. Karar, BM İnsan Hakları Sözleşmesi organının iklim değişikliğinin etkilerinden dolayı sığınma hakkı arayan bir kişinin şikayetine ilişkin ilk kararı olması cihetiyle önemlidir. Tarihi BM İnsan Hakları kararının, iklim değişikliği nedeniyle sığınma taleplerine kapı açması muhtemeldir. Sonuç olarak eğer 1951 Cenevre Mülteci Konvansiyonu’na ek bir protokol hazırlanacaksa, burada tam genişletilmiş bir mülteci tanımı olmalıdır.

Doç. Dr. Kutluhan Bozkurt / İstanbul Gedik Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Uluslararası Hukuk Bağlamında Ekokırım (Ecocide) Suçlara İlişkin Değerlendirmeler

Küresel ısınma ve iklim değişikliği dünya üzerinde tüm yaşamlara zarar verme ve bir küresel yok oluşa zemin hazırlama yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Gezegenin korunması ve ayrıca; gezegen üzerinde var olan eko-çeşitliliğin devamı için konunun sadece “çevrenin korunması ve çevre suçları açısından değerlendirilmesi” ve bu çerçevede bir koruma mekanizması oluşturulması sorunsalın büyüklüğü karşısında çok yetersiz kalmaktadır. Yeni bir tanımlamaya ve sonrasında ise kapsayıcı ve etkili hukuksal düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Bu nedenle “Ekokırım” suçların tanımlanması ve uygulamaya geçirilmesi, bu bağlamda Roma Statüsü’nün 5. maddesine “Ekokırım” bağlantılı ilave bir hükmün eklenmesi veya ayrı, yeni bir uluslararası düzenlenmenin hazırlanması, küresel ısınmanın durdurulması ve iklim değişikliğinin önlenmesi için son derece önemli bir hedef haline gelmiştir.
Evrensel bir dayanışma ile yeni bir hukuk anlayışına ve bunun uygulamaya geçirilmesine olan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Bu bağlamda yapılacak düzenlemelerin uluslararası seviyede ve uluslararası iş birliği eksenlerinde yapılması, uygulamaya geçirilmesi, uluslararası hukukun bu gelişmelere göre şekillenmesi ve ulusal hukukların da bu gelişim ve dönüşümü kendilerine uyarlaması gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Gezegenin korunması ve küresel ısınmanın durdurulması için öncelikle karbon ekonomisine dayalı ve doğayı tüketilmesi gereken meta olarak gören kapitalist üretim-tüketim sisteminden vaz geçilmesi, yeşil başka bir ifade ile doğa dostu üretim tarzına geçilmesi önem kazanmaktadır. Bu noktada küresel ısınma ve iklim değişikliğinin önlenmesi için evrensel ölçekte “Ekokırım Suçların” hukuken tanımlanmasına da ihtiyaç vardır. Daha sonrasında veya eş zamanlı atılması gereken hukuksal adımlar olarak ise “gezegene hukuki bir kişilik verilmesi”, uluslararası hukukun önemli prensiplerinden biri olan “kendi kaderini tayin hakkının” gezegen açısından da tanınması-kabul edilmesi- ve en nihayetinde bir “gezegen hakları evrensel beyannamesi” hazırlanması uluslararası hukuk bağlamında, iklim değişikliği ile mücadele ve küresel ısınmanın durdurulması için önem kazanmaktadır. Atılacak bu adımlar, uluslararası hukukta köklü ve etkili bir değişime olan ihtiyacı giderme noktasında önemli bir potansiyeli de içinde barındırmaktadır.

Dr. Öğr. Üyesi İpek Çimen Bulut / İzmir Bakırçay Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Sürdürülebilir Kalkınma, İklim Krizi ve Biyoçeşitlilik Bağlamında İstilacı Yabancı Türler

Önümüzdeki on yıllar boyunca gündemden düşmeyecek gibi gözüken “Sürdürülebilirlik” çalışmaları sonucunda, “BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SDGs)” ortaya konmuştur. İnsan faaliyetlerinin gezegeni yoğun olarak değiştirmeye başlamasıyla tetiklenen ve birbiriyle çok boyutlu bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde bulunan çevresel, sosyal ve ekonomik sürdürülebilirliğe etki eden tüm sorunların çözümüne de katkı sağlayacağı öngörülen SDGs’lerin gerçekleştirilmesi için küresel anlamda topyekûn bir mücadele yürütülmesi gerekmektedir.
Sürdürülebilirliği tehdit eden en önemli çevre sorunlarından biri de iklim değişikliği ve diğer çevre sorunlarıyla tetiklenen biyoçeşitlilik kaybıdır. Biyoçeşitlilik kayıplarının durdurularak, sürdürülebilirliğin tesisi için mücadele edilmesi gereken sorunlar listesinin başında ise, istilacı yabancı türler gelir. Kasıtlı ya da kasıtsız olarak yapılan insan faaliyetleriyle jeolojik bariyerleri aşıp, doğal yaşam alanlarının dışına taşınan, güçlü genetik ve adaptasyon yetenekleri, doğal düşmanlarının olmaması gibi sebeplerle istilacı yabancı türler, yerleştikleri yeni yaşam alanlarında kolayca baskın hale gelebilmektedirler. Yeni yaşam alanlarında kazandıkları bu üstünlük, istilacı yabancı türlerin, yerli türlerin sürdürülebilirliğini tehdit eder hale gelmelerine neden olmaktadır. Nitekim, biyoçeşitlilik, tür çeşitliliği, genetik çeşitlilik, habitatlar, ekosistem, gıda güvenliği, insan sağlığı da dahil canlı sağlığı üzerinde hatırı sayılır bir baskı oluşturan, istilacı yabancı türlerin yeni yaşama alanlarına yayılımlarının artmasındaki en önemli faktörlerden biri de iklim değişikliğidir. İklim değişikliği sebebiyle özellikle sıcaklıklarda meydana gelen artış, istilacı yabancı türlerin yayılım hız ve alanlarını artırarak sürdürülebilir kalkınmayı da tehdit eder hale gelmiştir.
Akdeniz havzası, istilacı yabancı türler sorunundan payını alarak en çok istilaya uğrayan coğrafi alan olarak hem Avrupa Birliği’ni, hem de ülkemizi yakından ilgilendirmektedir. Avrupa Birliği, istilacı yabancı türlerle mücadeleye ilişkin gerek bilimsel, teknik, stratejik ve politik anlamda, gerekse de yasal anlamda önemli düzenlemelere imza atıp, yasal ve teknik alt yapı çalışmalarına devam ederek bu alanda küresel öncü olma iddiasını devam ettirmektedir.
Türkiye ise hem ulusal çevre mevzuatı ve taraf olduğu uluslararası antlaşmalar, hem de Avrupa Birliği’ne aday ülke olması sebebiyle ortaya koyduğu çeşitli bilimsel araştırma projeleri kapsamında istilacı yabancı türlerle mücadelesine devam etmektedir. Ülkemizin bu konudaki en önemli eksikliğinin ise istilacı yabancı türlerle mücadeleye özel mevzuat ve envanter eksikliği olduğu söylenebilir. Eksikliklerin bir an önce giderilerek mücadelenin toplum geneline yayılması için gerekli farkındalık çalışmalarının yapılmasına önem verilmesinin gezegenimizin sürdürülebilirliğinin sağlanması bağlamında hayati öneme sahip olduğu da unutulmamalıdır.

Dr. Öğr. Üyesi Özgün Özyüksel / İzmir Bakırçay Üniversitesi Hukuk Fakültesi

İklim Krizi, Türk Hukuku ve Çevre Kanunu Perspektifinden Tüzel Kişilerinin Cezai ve Hukuki Sorumluluğu

Canlı ve cansız hemen her varlığı olumsuz etkileyen iklim değişikliğinin özellikle hukukî yönüyle ele alındığı bu sempozyumda, değerli hocalarımızdan ve yetişmekte olan kıymetli öğrencilerimizden son derece yararlı sunumlar dinledik. İklim eylemine dikkat çeken ve konuya ilişkin toplumsal duyarlılığı artırmayı hedefleyen sempozyum amacına ulaşmış olup bunun da ötesinde, öğrencileri ders dışı akademik etkinliklerde aslî görevler üstlenme konusunda yüreklendirerek tüm diğer fakültelere örnek olmuştur.
Farklı üniversitelerden, hatta farklı ülkelerden pek çok öğretim üyesi ile öğrenciyi böylesine mühim bir konu etrafında bir araya getiren sevgili hocam Prof. Dr. Özlem Yenerer Çakmut başta olmak üzere, Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesinin sempozyumda emeği geçen tüm akademik ve idarî personeline teşekkürü bir borç bilirim.

 Saygı ile.